hesabın var mı? giriş yap

  • dandik bir firmayla görüşmenin bir kısmı tamamlanmıştır. devamında,

    ik: akıcı yazıyor ama ingilizceniz ne seviyede?
    kedish: isterseniz ingilizce devam edelim.
    ik: eheheu yok benim pek iyi değil aslında da!
    kedish: (iç ses) -teallam sabrımı mı sınıyorsun!-

  • sektör: askerlik
    pozisyon: eğitim çavuşu (kısa dönem)
    ücret: 21 tl (aylık net ~ 2010)
    artıları: altınızda onbaşı ve erler var egonuzu tatmin edebilirsiniz.
    eksileri: üzerinizde milyon tane komutan var egolarını tatmin edebiliyorlar.

  • kobra etkisi.

    kötü giden bir şeyin düzelmesi için yapılan müdahale ile durumun daha da kötüleşmesi demekmiş canlar.

    yer hindistan, başkent delhi'deyiz, bir kalabalık bir kalabalık sormayın. dervişler, dilenciler, atlarla dolaşan kırmızı kıyafetli ingiliz askerleri, her yer toz ve curcuna.
    yani coğrafyanın ingiliz kolonisi olduğu yıllar.

    ingiliz hükümeti bölgedeki zehirli kobralardan çok çektiğinden cin fikirli birinin aklına bir fikir gelir.
    "lan biz ne uğraşıyoruz amk! her ölü kobraya para verelim bu fakir hintliler para için hepsinin soyunu kurutur ellaham!" der ve kampanya başlar. önceleri çok iyi gider kampanya. ancak cin fikirli sadece ingilizler değildir, hintli cin fikirli ise "lan olm bu dangalaklar her ölü yılana para veriyor o zaman biz yılan besliyek amk! tee ormana kim gidecek kobra bulmaya, hem tehlikeli olm o iş. çiftlik kurak amk ehuehuehe" der ve gerçekten kobra beslemeye başlarlar. beslemek ne kelime üretime başlarlar. offf paralar gani gani.
    keklendiklerini anlayan ingilizler ölü kobra başına verdikleri para ödülü kampanyasını bu üretimi engellemek ve daha fazla salak yerine konmamak için sonlandırırlar.
    ve ne olur sizce? "madem para kazandırmıyor bu kobralar, salın gitsin amk hepsini" der hintliler ve her taraf ilk durumdan çok daha vahim şekilde kobra kaynar. yani kobra popülasyonu büyük artış gösterir. azaltalım derken tüy dikilmiş olur. işte bu duruma kobra etkisi denirmiş.

    benzer bir durum fransız kolonisi olduğu yıllarda vietnamda yaşanır. farelerden çok çeken fransız hükümeti, fare başına ödül koyar. ancak binlerce ölü fareyi ne yapsın, der ki fare kuyruğu getirin yeter der. bir süre iş görür bu ancak fransızlar bir de bakarlar ki sağda solda kuyruksuz binlerce fare dolaşıyor. meğer halk yakaladığı farenin kuyruğunu kesip serbest bırakıyor ki gitsin üresin çoğalsın da para kazandırsın.

    kaynak

  • dunyada bir tane sehir yoktur ki bir kurulus hikayesi olmasin. zaten dunyanin cesitli sehirleri hep insanlarin belli noktalarda kumelenip bir araya gelmesi sonucu olusmus. bazi sehirlerin kurulusunda savaslar var, bazilarinda dogayla mucadele var, bazilarinda ticaret yollari var. bu entry'de dunya'dan bazi sehirlerin kurulus hikayelerine bakacagiz.

    chicago

    chicago konum olarak cok onemli bir noktada yer aliyor. bir yandan michigan golunun guney kisminin kiyisinda bulunuyor ve midwest bolgesinin geri kalanina bu gol yoluyla ulasim saglayabiliyor, bir yandan da new york'tan amerika'nin bati yakasina kadar giden yolun kesisiminde bulunuyor. zaten sehrin kurulus hikayesi de bu konumla alakali.

    chicago avrupalilar amerika'ya gelmeden once amerikan yerlilerinin favori bolgelerinden biriydi. michigan golu ve civardaki nehirlerle beslenen yataklar hem tarim, hem hayvancilik hem de avcilik icin oldukca uygun bir ortam sagliyordu. bolgedeki nehirleri takip ederek mississippi nehrine kadar ulasmak mumkundu ve bu da su yolunu kullanarak uzun mesafeli ulasimi mumkun kiliyordu.

    1700'lerin ortalarinda bu bolgede fransizlar ve onlarin destekledigi yerliler hakimdi ve ingiltere burayi almak icin mucadele veriyordu. yerlilerin bu sehre verdigi isim "shikaakwa" bunun fransiz versiyonu da "chicago" idi. jean baptiste point du sable ismindeki elemanin chicago'ya kendi istegiyle yerlesen ilk avrupali oldugu soylenir. bu kisi 1700'lerin sonlarina dogru bugun chicago olarak bilinen yerde tarimla ugrastiktan sonra 1800'lerin basinda bolgeyi terk etti. bugun bu arkadas sehrin kurucusu ve sembollerinden biri olarak kabul edilir.

    ayni yillarda yeni yeni kurulmus olan amerika birlesik devletleri bu bolgeye dogru yayilip burada askeri us sahibi olmak istemektedir. zaten kisa bir sure sonra sehirdeki yerliler yapilan savaslar sonrasi bolgeden atilir ve abd bolgede hakimiyet kurar. bunu takip eden yillarda kizisan abd-ingiltere savasi sirasinda ingilizler bolgedeki amerikan askeri ussune saldirir ve amerikanlar buradan geri cekilmek zorunda kalirlar. yillar sonra savas bittiginde amerikalilar bolgeyi yeniden ele gecirirler.

    1830'a gelindiginde chicago sehrinin bugunku halinin tohumlari atilmistir. 1830'da burada yasayan kisi sayisinin 100'un altinda oldugu bilinmektedir ve kurulan bir komisyon ile burada buyuk bir yerlesim yeri kurulmasina karar verilmistir. bundan 3 yil sonra sehrin nufusu 350'ye ulasir ve bazi zengin isadamlari sehrin buyuyup bir ulasim aginin ortasinda yer alacagini anlayinca sehirden bol miktarda toprak satin almaya baslarlar. artik avrupa'dan amerika'ya gelen ithalat urunleri new york limanina gelmektedir, buradan chicago'ya gelmektedir ve chicago uzerinden amerika'nin geri kalan kismina yayilmaktadir. bu da sehrin ekonomisini muthis bir sekilde etkiler.

    chicago ile new york arasindaki ticaret agi buyudukce sehrin nufus da artis gosterir. 1840'a gelindiginde chicago'nun nufusu 5 bine yaklasmaktadir. sehrin daha da buyuyebilmesi ve hizlica gelisebilmesi icin devlet de buraya yatirim yapmaya baslar. sehrin etrafinda mallarin ve insanlarin kolayca yolculuk edebilmesi icin yol agi olusturulur ve sehrin michigan golune bakan kismina limanlar kurulur. 1848'de acilan chicago kanali sehri nehir yollariyla ulkenin bir cok kismina, hatta dolayli yoldan meksika'ya baglar. ayrica sehir civardaki diger buyuk sehirlerle tren yollariyla baglanmaya baslanmistir.

    sehri amerika'nin diger sehirlerine baglayan demiryollari gelistikce sehrin nufusu da artti ve 30 yilda 60 kat artarak 300 bine yaklasti. artik chicago amerika'nin en buyuk ve onemli sehirlerinden biri haline gelmisti. 1871'de cikan buyuk chicago yangininda 18 bine yakin ev yanarak kul oldu ve sehrin yeniden kurulmasi zaman alsa da sehir yaralarini sarip yangindan onceki halini de geride birakti. yanginda kul olan binalarin enkazlari michigan golunun kiyisinda dolgu olarak kullanildi ve grant park, millenium park ve chicago sanat muzesi gibi bir cok mekanin yapiminda rol oynadi.

    sehirde agir sanayiinin hizla gelismesi avrupa'dan gelen gocmenlerin bu sehre yerlesmesine sebep oldu. para nasil parayi cekiyorsa chicago'da ekonomik buyume daha fazla buyumeyi getiriyordu. 20 yil gibi kisa bir surede chicago abd'nin en buyuk 90. sehri olmaktan en buyuk 9. sehri olmaya kadar yukseldi. 1900'lerin basinda nufusu 2 milyona yaklasan chicago dunyada en hizli buyuyen sehirlerden biriyken hem abd hem de dunya'daki en buyuk birkac sehirden biriydi.

    1. ve 2. dunya savaslarinda chicago stratejik bir rol oynadi. yukarda bahsettigim gibi sehrin stratejik konumu cok onemliydi ve avrupa'da cephede savasan amerikan askerlerine verilen techizat, malzeme ve askeri araclar ya bu sehrin cevresinde uretiliyordu ya da cepheye yollanmadan once en son bu sehirden geciyordu. amerika'da icki icmenin ve satmanin yasaklandigi probation doneminde chicago sehri mafya ve yeralti hareketlerinin baskenti gibiydi ve sehirde her gun polis kovalamacasi, banka soygunlari ve cesitli suc aktiviteleri gozlemlenebiliyordu. chicago'nun stratejik konumu sadece ekonomik buyumeyi degil ayni zamanda organize suc unsurlarini da bu sehre tasimisti.

    bugun chicago abd'nin en buyuk ve en onemli sehirlerinden biri olma ozelligini tasiyor.

    londra

    tarihciler londra'nin kurulus tarihini milattan sonra 46 olarak gosterirler. roma imparatorlugu avrupa'daki fetihlerine devam ederken ingiltere topraklarina girer ve burada hakimiyet kurar. su haritadan da gorulebilecegi uzre londra'nin ilginc bir ozelligi var. londra ingiltere ile avrupa'yi baglayan mans denizine cok yakin olmakla beraber ingiliz topraklarinin epeyce icinde yer aliyor. guney ingiltere'de herhangi bir kiyida kurulacak olan bir liman ya avrupa'ya cok uzak olacakti, ya da tam avrupa'nin karsisinda olup disardan gelebilecek saldirilara karsi acik olacakti. londra hem denize ve avrupa'nin geri kalanina yakindi, hem de sehir epeyce icerde oldugu icin denizden isgali zordu. ayrica londra'nin yanindaki sular uzerinde gemi yurutecek derinlige sahipti ve bu da o donemde cok onemli bir unsurdu. bu yuzden roma imparatorlugu buraya liman kurup sehri avrupa'nin geri kalaniyla ingiltere arasinda bir kopru olarak dusundu.

    thames nehrine kurulan kopru ile sehrin iki yakasi birbirine baglandi ve deniz ticaretiyle buyuyen sehir kisa surede ingiltere'nin diger bolgelerinden ziyaretci ve gocmen almaya basladi. her ne kadar roma imparatorlugu sehre stratejik onem arzetse de sehir surlarla veya yeterince askerle savunulmadi. bu yuzden ingiltere'de cikan isyanlarda londra sehri her zaman zarar gorecekti ve bu isyanlardan birinde sehir neredeyse tamamen yakilacakti.

    yaklasik 100 yil sonra romalilar sehrin etrafini surlarla kaplamayi, bundan 60-70 yil sonra da surlarin etrafina gozlem kuleleri koymayi akil edebilmisti ve sehir daha guvenli bir hale gelmisti. bu sayede sehrin buyumesi ivme kazanacakti. sehirdeki zenginlerin evi taslardan ve kayalardan yapiliyordu ve bu evlerin icinde yikanmak icin banyolar mevcuttu. fakirlerin evi tahta ve ahsaptan yapiliyordu ve fakirler banyo yapmak icin halka acik hamamlara gitmek durumundaydi. fakirlerin evi tahtadan oldugu icin sehre disardan bir saldiri veya isyan oldugunda fakirlerin evleri atese veriliyordu ve en fazla zarari bu kisiler goruyordu.

    405-410 civarinda roma imparatorlugu londra'dan cekilmek durumunda kaldi. gerci sehir hala imparatorlugun kontrolu altindaydi ama sehirde imparatorluga ait hemen hemen hic asker kalmamisti. bu donemde sehrin nufusu da giderek dusecekti ve londra adeta unutulmus sehir haline gelecekti. 600'lu yillara gelindiginde papa'nin emriyle ingiltere'nin hiristiyanlasmasi baslayacakti ve ulkeye gelen misyonerler halka sehirlesmeyi yeniden ogretmeye basladi. bu yillarda londra yeniden hizla buyumeye basladi ve sadece ingiltere'deki degil avrupa'daki en gozde sehirlerden biri haline geldi. 700'lu yillarda sehir yeniden deniz ticaretiyle beslenmeye basladi ve buradaki halkin zenginligi artti. sehirde artan refah duzeyinden sonra ayak islerini yapmak icin ulke disindan koleler getirildi ve kole ticareti yayginlasti.

    840'li yillarda danimarka'dan yola cikan vikingler ingiltere'nin altini ustune getirdiler. londra da bu isgalden nasibini yagmalamalar ve yanginlarla aldi. vikingler yillar sonra geri cekildiginde sehirde yagmalayacak veya yakacak bir sey kalmamisti ve sehir yeniden kullerinden dogmakla yukumluydu. sonraki 150-200 yillik donemde londra kuzey avrupa'daki milletler tarafindan defalarca saldiriya ugrasa da bu saldirilarin cogu geri puskurtuldu.

    1078'de ingilizler'in londra'daki hakimiyetini simgeleyen meshur londra kulesinin insaati basladi ve sehirde yeni bir donem basladi. sehirdeki bir cok ahsap devlet binasi ve thames nehri uzerindeki ahsap kopru yeniden restore edildi ve insaatlarda tahta yerine tas kullanilmaya baslandi. londra tamamen bir katolik sehri haline gelmisti ve sehrin her tarafi kilise ve cesitli ibadethanelerle doluydu. 1200'lere gelindiginde sehirdeki yahudiler oldurulmeye veya surgun edilmeye baslandi. 1300'e gelindiginde londra'da katoliklik disinda hicbir din kalmamisti.

    1300'lerde sehrin nufusu 50 bine ulasmisken kara olum denen veba salgini geldi ve sehirde cok az sayida insani canli birakti. veba salgini gectiginde sehir yeniden kullerinden dogdu ve 1600'lere gelindiginde sehirde ceyrek milyon insan yasiyordu.

    londra bir liman sehri oldugu icin disardan surekli goc ve misafir aliyordu. ornegin kuzey avrupa'dan gelen tuccarlar mutlaka londra'da birkac ay geciriyorlardi. bu da sehir halkinin disardan gelen fikirlere maruz kalmasini sagliyordu. mesela kuzey avrupa'dan gelen tuccarlar londra halkina ortaya yeni cikan protestanlik mezhebi hakkinda bilgi veriyordu.

    1534'de sekizinci henry o gune kadar hic yapilmamis olan bir sey yapti ve kendisini papa'nin da uzerinde bir dini lider olarak kabul eden bir kanuna imza atti. artik ingiltere papa'nin sozunden cikacakti ve yuzlerce yildir servetine servet katan ve devasa malvarligina sahip olan kilise ve manastirlarin tum malvarligina el konacakti. londra'daki en buyuk ve en ihtisamli binalar, hastahaneler, kurumlar bir anda kiliselerden alinip devlet erkanina ve nufuzlu kimselere verilmisti. bu da sehrin yapisini ve huviyetini bir kez daha degistirecekti.

    amerika'nin kesfi ve hindistan tarafina yapilan deniz seferlerinden sonra londra'nin bir liman kenti olarak onemi daha da artacakti. artik sehir iyice zenginlesecekti ve hem ingiltere'den hem de avrupa'nin diger ulkelerinden en cok goc alan sehirlerden biri haline gelmisti. sanayii devrimiyle iyice cosan londra bugunku haline gelmeden once 2 dunya savasi gecirdi.

    tokyo

    bugun tokyo olarak bildigimiz sehrin oldugu bolge hem deniz kenarinda olmasi, hem nehirlerle beslenmesi, hem etrafinin oldukca verimli ve sulak olmasindan dolayi japonlar'in bir kismi bundan 2 bin yil kadar once burayi ev edinmisti. burasi uzun bir sure boyunca ufak bir balikci koyu olarak kaldi ve koyluler gecimlerini balik tutarak, avcilik yaparak ve tarimla saglamaya calistilar. yuzlerce yil boyunca bolge az sayida koylunun gecimi saglarken bolge japonya'daki devlet ve askeri kurumlarin pek dikkatini cekmedi.

    japon kabile liderlerinden edo shigenaga burada kalici bir yerlesim birimi kurmaya karar verdiginde 1100'lu yillara gelinmisti. bu yillarda bu yerlesim birimine edo'nun ismi verilmisti. daha sonra bugunku tokyo'nun etrafinda deniz, balikcilik yapmaya uygun cok sayida nehir ve sulak tarim alanlari oldugu icin buraya bir kale insa edilip askeri bir kent haline getirilmesi fikri ortaya atildi. bolgedeki askerleri beslemek hic zor olmayacakti ve denizden gelebilecek tehditler de onceden bertaraf edilebilecekti.

    1400'lu yillarda buraya bir kale daha kuruldu ve bu onceki kaleye gore cok daha ihtisamli ve buyuktu. kalenin icinde yerlesim birimleri, lojmanlar, dukkanlar, parklar, hamamlar, ibadethaneler ve cesitli meslek gruplarinin mesleklerini icra edebilecegi bolumler vardi. kisaca 1457 yilinda kurulan edo kalesi baslibasina bir sehir gibiydi.

    japon tuccarlar bu kaleyi kesfettiklerinde japonya'nin diger sehirlerinden buraya satacak urun tasimaya basladilar. japonya'nin bir cok sehrinden bu sehre gemi seferleri baslamisti ve bu seferlerde gidip gelen mallarla beraber epeyce bir ekonomik buyume kaydedilmisti. ilerleyen yillarda, japon generallerden tokugawa ieyasu buradaki kaleyi gorunce hayran kalmisti ve askerlerini buraya tasiyip kaleyi japonya'daki en buyuk askeri uslerden biri haline getirmeye karar vermisti.

    1500'lu yillarda japonya'nin iki baskenti vardi. biri japon imparatorunun yasadigi, kulturel ve ekonomik baskent olan kyotu, digeri japon askeri liderlerinin yasadigi, askeri baskent edo (bugunku adiyla tokyo). o donemde japonya'da imparatorlar sembolik guc sahibiydi (bugunku ingiltere kralicesi gibi dusunun) ve ulkedeki guc askeri liderlerdeydi. bu yuzden her ne kadar kagit uzerinde baskent kyoto olsa da insanlar baskentin yavas yavas askerlerin oldugu sehre yani bugunku tokyo'ya dogru kaydigini anlayabiliyordu.

    bu arada edo kalesi genislemeye devam ediyordu ve surlar giderek daha buyuk bir alana yayiliyordu. surlarin ici edo (tokyo) sehri sayiliyordu ve sinirlarin genislemesi sehrin de genislemesi anlamina geliyordu. 1700'lu yillarin sonunda artik iyiyce buyuyen sehir dunyada 1 milyon nufusu gecen ilk sehir olma ozelligini tasiyacakti.

    tokyo'nun nufusu arttikca sehre yapilan yatirim da artti ve sehre yapilan yatirim arttikca sehrin disardan aldigi goc de artti. tokyo japonya'nin en onemli sehri haline gelmisti ve japonya'nin onde gelen varlikli aileleri bu sehirdeki potansiyeli gorup sehre yuklu miktarda yatirim yapmisti.

    simdi tarihte biraz daha geriye donuyoruz, 1549 yilinda avrupalilar (portekizliler) ilk kez japonya'yi kesfettiler. acikcasi avrupali kasifler japonyayi gorduklerinde cok sasirmislardi cunku o gune kadar denize acilip ne zaman kesif yapsalar bulduklari topluluklar bir cok anlamda avrupalilardan gerideydi (bilim, teknoloji, devlet kurumlari...vs) ama japonya bunun cok buyuk bir istisnasiydi. avrupalilar ilk kez denizleri asip uzaklarda en az kendileri kadar modern ve gelismis bir toplumla karsi karsiya gelmislerdi. avrupalilar japonlara savas acmak yerine onlari daha iyi tanimak istiyorlardi. bu yuzden japonlarla avrupa arasinda ticaret baslayacakti ve binlerce avrupali misyoner de dinlerini yaymak icin bu yeni bulunan ulkeye akin edecekti. ilk avrupalilar kyoto'ya gitse de japonya'da guc dengeleri kyoto'dan tokyo'a dogru akiyordu ve misyonerlerle avrupali tuccarlarin tokyo'yu kesfetmesi de uzun surmedi.

    1600'lerin basinda binlerce japon katolik dinine gecince japon devlet adamlari bunu devletin varligina ve birligine bir tehdit olarak gorduler ve avrupali tuccarlara izin verseler de misyonerlerin faaliyetlerini kisitlamak icin harekete gectiler. 1600'lerden 1800'lerin sonlarina kadar olan donemde hiristiyanliga gecmek yasaklandi, misyonerler ulkeden atildi ve ulkede kalan az sayida hiristiyan saklanmak zorunda kaldi. bu surecte tokyo sehriyle avrupalilar arasindaki ticaretler artarak devam etti ve tokyo'yu asya'nin en buyuk limanlarindan biri haline getirdi.

    tokyo'da en hizli buyuyen sektorlerden biri bankacilikti. insanlar sahip olmak isteyip paralarinin yetmedigi seyler icin faizle kredi almaya baslamisti ve askerlik disinda baska meslege (ornegin ticarete) sahip olmalari yasak olan askeri kesim de kredi cekerek kazandiklarindan daha fazla para harcama olanagi bulacakti. 1870'lere kadar japonya'da gecen para birimleri icinde ispanyollarin bastigi paralar cokca kullaniliyordu. bu yillardan sonra japonlar kendi para birimlerini icat etme karari aldilar ve bugun de kullanilan yen para birimi ortaya cikti. bununla birlikte tokyo'nun ekonomisi gucune guc katti.

    bu tarihten sonra japonya tek bir bayrak altinda birlesti ve hic olmadigi kadar guclendi. tokyo sehri de bu guclenmeden en fazla nasiplenen sehir oldu. ikinci dunya savasinin sonuna kadar gucune guc katan japonya'da nasil en fazla avantaj sahibi olan sehir tokyo olduysa da savasta da en fazla zarar goren sehirlerden biri tokyo oldu. her ne kadar tokyo'ya hic atom bombasi dusmese de sehir aylarca havadan bombalandi ve savas bittiginde tokyo sanki atom bombasi yemis gibiydi. ikinci dunya savasi sonrasi tokyo yeniden kurularak gunumuzdeki sekline ulasti.

    oslo

    norvecli komutan harald hardrada 15 yasinda bir savasta maglup olunca once rusya'ya, oradan da istanbul'a kacar ve bizans kralina siginir. yaklasik 4 sene boyunca bizans devletine ust duzey komutan olarak hizmet eden harald kievli yaroslav'in kiziyla evlenir ve hem siyasi hem ekonomik guc sahibi olur. daha sonra tum malvarligini alip norvec'e donen harald burada kurdugu ordu ile 1045 yilinda norvec'in idaresine ortak olur. bundan 2 yil sonra norvec'in diger hakimi magnus hayata gozlerini yumunca harald ulkede hakimiyeti tamamen ele gecirir. oslo sehrinin bu yilda kral harald tarafindan kuruldugu dusunulmektedir.

    tabi sehri kuran kral hardrada "burada norvec'in baskentini kuracagiz, sehir avrupa'nin en gozde yerlerinden biri olacak" dememis. hatta kralin oslo ile ilgili oyle ahim sahim planlari bile yoktu. buraya bir kilise yapildi ve etrafina az sayida insan tasindi. oslo ufak bir liman kasabasi olarak kurulmustu ve bunun disinda pek bir olayi yoktu. kral bile bu sehri kurduktan sonra hemen hemen hic buraya ugramayacakti ve burada pek devlet kurumu olmayacakti. bir yerlesim birimi olarak oslo'nun ilk 100 yili oldukca sonuk gececekti.

    bu sirada norvec'in baskenti ve en onemli sehri bergen'di. bergen sehri norvec ordusunun ingiltere'ye karsi duzenledigi saldirilarda us rolu oynuyordu. zaten sehrin haritadaki konumuna bakilinca bunun sebebi daha iyi anlasilacaktir. aslinda bergen sehri oslo'dan sadece 40-50 sene daha once kurulmustu, yani iki sehrin kurulusu arasinda o kadar da buyuk bir fark da yoktu.

    oslo'nun dogusunda ufak bir market vardi ve bolgedeki koyluler hem kendi mallarini satiyordu hem de baskalarindan mal aliyordu. kuzey norvec'ten gelen tum baliklarin satis hakki bergen sehrine verilmisti ve bu da bergen'e ekonomik avantaj sagliyordu. bergen balik satisiyla oslo kirmizi et satisiyla (keci, koyun, inek...vs) gecinmeye baslamisti ve bu iki sehri birbirinden ayiran onemli ozelliklerden biriydi.

    oslo hiristiyanliktan cokca nasibini alan bir sehirdi. zaten sehirde ilk kurulan bina da bir kiliseydi. zamanla bu kilisenin yanina yeni kiliseler yapildi ve misyonerlerin de cabalariyla norvec'e yeni yeni gelen hiristiyanlik dini oslo ve civarinda hizla yayilmaya basladi. 1299'da norvec devletinin basina gecen haakon v magnusson alman prenseslerinden biriyle evlenmisti ve hukumdarligi boyunca bergen'in disinda yasamak istiyordu. bu yuzden oslo'nun hemen disinda akershus denilen yerde kendisine bir kale yaptirdi (gunumuzde oslo sehri tarihsel oslo'dan cok daha buyuk bir alana yayilmis oldugu icin bu kale de bugunku oslo sehrinin icine denk geliyor).

    normalde kralin bir sehirden baska sehre tasinmasi baskentin degismesi anlamina geliyordu ama teknik olarak norvec'in baskenti kagit uzerinde bergen olmaya devam edecekti. yavas yavas baskentte olmasi gereken devlet fonksiyonlari oslo civarina ve yeni kurulan kaleye tasinmaya baslamisti. bu da eninde sonunda baskentin oslo civarinda olacagina isaretti.

    1319'da norvec krali genc yasta vefat etmisti ve kralin oglu henuz cocuk denecek yastaydi. bununla birlikte kralin buyuk kizi isvec kraliyla evliydi ve o donemin kanunlarina gore isvec krali hem isvec'i hem norvec'i yonetecekti (personal union). vefat eden norvec krali haakon da oslo'ya gomuldu ve bu da sehrin onemini arttirdi. bununla birlikte isvec ile norvec kagit uzerinde birlesmisti ve oslo'nun baskent olma sansi simdilik rafa kalkmisti.

    1349'da norvec'e gelen ingiliz denizciler yuzunden oslo ve civarina kara olum olarak bilinen veba salgini geldi ve bolgedeki 3 bin koylunun 2 bine yakini can verdi. tam norvec isvec'ten bagimsizligini kazanmisti ki bu kez de yine saray evlilikleri yoluyla danimarka'nin kontrolu altina girdi ve bu kez de ulkenin baskenti kopenhag'a tasindi. veba salgini bittiginde sadece oslo degil norvec'in nufusu yariya dusmustu ve ulkenin dusuk nufusu yuzunden bol miktarda arsa az sayida insana pay edilmisti. devasa toprak sahibi olan koyluler buyukbas hayvanciliga onem vermeye basladilar ve vergilerden kral kadar pay alan kilise de bu donemde guclendi. vebanin etkileri ortadan kalktiktan sonra ingiltere ile ticaret iliskileri gelistiren norvec oldukca zengin bir ulke haline geldi.

    bu donemde krallik kopenhag ve stockholm gibi iki buyuk sehre sahipti. bazi devlet buyukleri stockholm'da, bazilari kopenhag'da yasiyordu ve devletin fonksiyonlari bu iki sehir arasinda bolunmustu. oslo ise bu iki sehirle bir ucgen olusturdugu icin zaman zaman devlet buyukleri burayi "tarafsiz saha" olarak kullaniyor ve burada bulusuyordu. bu da zaman icinde oslo'nun onemini arttirdi. zaten yukarda bahsettigim gibi norvec'te giderek para, guc ve nufuz sahibi olan kiliseler oslo'da cok gucluydu ve oslo bu sebepten dolayi da gideren onem kazaniyordu.

    1500'lerde sehirde protestan hareketi guc kazandi ve sehirdeki katolikler guc kaybetti. bunda devlet karsisinda kilisenin cok guclendigini dusunen devletin de katkisi vardi. cogu zaman askerler kiliselere baskin yapip kiliselerin sakladigi altin ve paralara devlet adina el koyabiliyordu.

    1624 yilinda oslo'da buyuk capta bir yangin cikti. buradaki koyluler hala ahsap evlerde yasiyordu ve tum sehrin yanip kul olmasi sadece 2-3 gun surdu. o donemde danimarka ile norvec hala tek devletti ve devletin basinda 4. christian vardi. christian oslo sehrinin ugursuz oldugunu dusunuyordu ve yanginla yikilan sehrin bir daha yeniden insa edilmemesini emretti. bunun yerine o sehrin biraz yakinina kendi ismini tasiyan christiania sehri kurulacakti. bugunku modern oslo sehri hem eski oslo sehrini hem de christiania sehrini kapsamaktadir.

    yeni kurulan sehirde yeni yangin cikmamasi, cikarsa da fazla zarar vermemesi icin tum binalar kiremit kullanilarak yapilacakti ve mimari olarak ronesans etkileri gozetilecekti. zengin kesim kiremitle ev yaptirabiliyordu ama fakir kesim hala ahsap evlere mahkumdu. bu yuzden oslo sehrine daha cok zenginler tasinirken fakirler sehrin disindaki banliyolere veya yakinlardaki koylere tasindilar. sehrin merkezine yaklastikca insanlar daha da zenginlesiyor, sehrin merkezinden uzaklastikca daha da fakirlesiyordu. sehirdeki zenginler ticaretten ekmek yedikce daha da zenginlesiyor, fakirler de tarim ve hayvancilikla ugrastiklari icin fazla zenginlesemiyordu. bu yuzden oslo ve civarindaki gelir dagilimindaki esitsizlik giderek artiyordu.

    1700'ler boyunca danimarka-norvec devletiyle ile isvec arasinda savaslar yasandi. bu savaslardan birinde isvec oslo ve civarini kolayca ele gecirse de yuzlerce yil once yapilan akershus kalesini ele gecirmeyi basaramadi. oslo ve civari yagmalandi ve sehirdeki bir cok insan hayatini kaybetti. oslo yeniden sifirdan baslayacakti. bu yuzyilda oslo sehri gemi yapimi ve deniz ticaretinde oldukca gelisme kaydetti ve sifirdan baslamasina ragmen yeniden kisa zamanda zenginlesti.

    100 yil sonra cesitli savas ve aktivitelerden sonra norvec el degistirdi ve danimarka'nin elinden cikip isvec'in eline gecti. bu kez christiania sehri (bugunku oslo) norvec'in baskenti olacakti ve devlet bu sehre yuklu miktarda yatirim yapacakti. ornegin norvec bankasi ve kraliyet sarayi bu sehre tasinacakti. norvec'in ilk universitesi de bu sehirde kuruldu ama bunun icin 1800'lu yillarin ortasi beklendi.

    endustri devrimi ile beraber oslo sehrinin ekonomisi ivme kazandi. zengin kesim artik calismayi birakip isveren haline geldi ve norvec'in cesitli sehirlerinden gelen koyluler oslo'ya tasinarak fabrikalarda calismaya basladi. bu donemde oslo'nun nufusu hizli bir sekilde artis gosterdi. 1924'te christiania sehri yeniden eski ismi olan oslo'yu aldi. ikinci dunya savasi sonrasi fabrikalar sehrin disina tasinmaya basladi ve oslo norvec'te artan refah seviyesiyle paralel olarak daha modern bir yapiya kavustu.

    miami

    miami en ilginc hikayeye sahip olan sehirlerden birisi. florida eyaletinin tam ucunda bulunan ve karayiplerdeki bir cok adaya oldukca yakin olan bu sehir tarih boyunca bir suru baskalasim gecirdi. miami bundan 1000-2000 yil once sik agaclarla kapli, ormanlik bir alandi ve burada amerikan yerlileri yasayip avlanarak gecimlerini saglardi. yerliler ayni zamanda tropik meyveler ve balikcilik yoluyla da beslenmekteydiler. avrupalilar gelene kadar burada yerlesik hayata gecilmemisti.

    1492 yilinda amerika kitasi kesfedildiginde ilk kesfedilen yerlerden biri florida sahilleri oldu. ispanyol juan ponce de leon 1513 tarihinde miami'yi kesfederek burayi bulan ilk avrupali olmustu. de leon ve adamlari miami'yi gemiden kesfedip uzaktan izlemisti ve buyuk ihtimalle bolgeye hic ayak basmamisti. 1500'lu yillarin basinda bugunku miami sehrinin oldugu yer avrupalilar tarafindan kesfedilmisti ama avrupali gocmenlerin buraya yerlesmeye baslamasi 1550'dan sonra gerceklesti.

    avrupalilar florida'ya gelmeye baslayinca hem avrupa'dan istemeyerek de olsa yanlarinda getirdikleri mikroplardan dolayi hastaliklar artacakti, hem de yerli kabilelerin kendi aralarindaki savaslar artis gosterecekti. bu yuzden bolge nufusu avrupalilar buraya ayak bastiktan kisa sure sonra hizla dusmeye basladi. bundan sonra 1700'lu yillara kadar bugunku miami bolgesi pek ilgi cekmedi. avrupalilar gemilerle amerika'ya goc ederken cogu zaman miami'nin oldugu yerde karaya iniyorlardi ama burada durmayip yola devam ediyorlar ve ulkenin daha ic bolumlerinde diger avrupalilarla beraber yasiyordu.

    o donemde bir yerin kalici yerlesim yeri olarak kayitlara gecmesi icin orada en az belli sayida beyaz insanin yasamasi gerekiyordu (bazi kaynaklarda 100 donume 1 beyaz insan dusecek sekilde diyor). zaman zaman miami bolgesine gelip giden tuccarlar, avcilar ve askerler olsa da burada kimse kalici olarak yerlesmiyordu. beyaz insanlarin topluca miami'ye yerlesmesi icin 1800'lu yillarin gelmesi beklenecekti.

    bu arada karayiplerde ortaya cikan korsan faaliyetleri miami bolgesini de cokca mesgul ediyordu. korsanlar buraya fazla saldirmasa da cogu zaman dinlenme ve saklanma amacli olarak buradaki ormanlik alanlari kullanmaktan cekinmiyorlardi. 1800'lerde avrupalilar korsanlara karsi savas acip korsan gemilerini batirmaya ve yakaladiklari korsanlari idam etmeye baslayinca korsanlarin bir cogu hazine avcisina donustu. bu kisilerin bazilari miami'ye yerlestiler ve o sirada bos arazilere yerlesenlere tapu dagitan amerikan hukumeti tarafindan bu kisilerin bazilarina da arazi tapusu verildi.

    1825'te bugun turistlerin gozdesi olan cape florida deniz feneri insa edildi. bu miami'de beyaz insanlar tarafindan insa edilen kalici ilk yapilardan biriydi. 1830'da sehre ilk koleler getirildi ve bu koleler tropik meyve uretiminde kullanildi. daha sonra bolgede devam eden amerikan-kizilderili savaslarinda kullanilmak uzere fort dallas bir amerikan askeri us insa edildi. bu savaslardan birinde yukarda bahsettigim deniz feneri de zarar gordu.

    1850'de miami'nin nufusu hala 100'un altindaydi ve burasi ufak bir koy huviyetindeydi. amerikan-kizilderili savaslari yavaslasa da devam ediyordu ve bu savas yuzunden miami bolgesi fazla buyuyemiyordu. savas bittikten sonra bile savasin etkileri devam etti ve miami ilgi gormemeye devam etti. bu 1800'lerin sonlarina kadar devam etti.

    simdi miami gibi cennet bahcelerinden bir bahce nasil oldu da 1800'lerin sonuna kadar farkedilmedi diye merak edenler olabilir. sonucta miami ormanlarla cevrili, cillop gibi plajlari olan, tatilcilerin cok sevecegi bir mekandi degil mi? iste o donemde "tatilci" diye bir sey yoktu. insanlar genelde ekmeginin derdindeydi ve avrupa'dan amerika'ya gocler bireysel degil topluca yapildigi icin herkes onceden goc edilip toplanmis olan yerlere gidiyordu. zaten o donemde istanbul dahil olmak uzere deniz kenarindaki hemen hemen tum sehirlerde benzer dogal guzellikler vardi, zira insanlik olarak dunya'nin ebesini sikmeye yeni yeni baslamistik.

    gunumuzdeki modern miami'nin kurucusu olarak julia tuttle adinda bir kadin gosterilir. bu teyzemiz normalde ohio eyaletinde yasamaktadir ve kocasinin olumu sonrasi parasiz kalinca ohio'daki 4 katli evini kizlar yurduna cevirir. daha sonra kendisinin anne babasi florida'ya tasinip oradan arazi satin alir ve babasinin da olmesi uzerine bu araziler kendisine gecer. ohio'daki evi satan bayan tuttle, miami'ye tasinir. daha sonra babasindan kalan malvarliklarinin tamamini satar ve james egan adinda bir adamin kendisine "bu topraklar var ya ilerde acayip degerlenecek, simdiden ucuzken biraz toprak kopart" demesi uzerine bugunku miami downtown'a denk gelen 2.6 km karelik bir alani satin alir. bu arazi uzerindeki eski bir eve tasinan ve ailesini de buraya tasinan bayan tuttle, miami sehrinin kurulmasinda buyuk katki sahibidir ve "miami'nin annesi" ismiyle anilirken sehrin cesitli noktalarinda kendisinin heykeli mevcuttur.

    bayan tuttle miami'nin buyuyup gelismesini istemektedir ama insanlarin buraya tasinmasi icin burada ticaretin gelismesi gerektigini bilmektedir. o donemde bir sehirde ticaretin gelismesi icin ulasimin gelismesi gerekmektedir. ornegin amerika'da en hizli gelisen sehirler her zaman tren yollarinin yakinindan gectigi sehirler olmustur (ornegin yukarda bahsettigim chicago). bu durumda miami'ye bir sekilde tren yolu getirilmesi gerekmektedir. o zamanlar florida civarinda demiryollari isleten henry flagler adinda zengin bir yatirimci vardi ve bayan tuttle kendisine defalarca mektup yollayarak "mevcut trenyolu agini miami'ye kadar uzatirsan sehirde sahip oldugum topraklarin yarisini sana veririm" teklifinde bulunur. demiryolcu amca da kendisine "ben senin miami gibi kimsenin takmadigi yerdeki bombos arazini ne yapayim?" der ve teklifi kabul etmez. amcamiz miami'nin ilerde ne kadar degerleneceginin farkinda degildir.

    bundan birkac yil sonra ilginc bir olay olur. normalde kis mevsiminin yumusak gectigi florida'yi muthis bir soguk esir alir ve aylarca devam eden soguklardan sonra kuzey florida'daki bir cok tarla buz tutar. gecimini portakal ve tropik meyve satarak saglayan bir cok kuzey floridali ciftci de malvarliklarini kaybeder. bayan tuttle bu kez demiryolcu amcaya buyuk bir buket cicek yaptirir ve bir kova dolusu tropik meyve yollar ve "bak sizin kuzey florida'da gotunuz donarken biz burada cesit cesit cicekleri kokluyor ve cesit cesit meyve yiyoruz" der. demiryolcu amca da guneydeki topraklarin onemini anlar ve demiryolunu guneye uzatma fikrine ilk kez sicak bakar. 1896'da sehre demiryolu kurulur ve sehir amerikan devleti tarafindan taninmaya baslanir.

    demiryolu insaati tamamlanmadan hemen once olayin kokusunu alan emlakci ve zengin yatirimcilar demiryollarinin gececegi yol boyunca arazileri satin alip kuzey florida'da reklam etmeye baslarlar. yatirimcilar kuzeydeki tarla sahiplerine toprak satimina baslamistir bile. zaten demiryolu insaatinda calismak icin bolgeye ulkenin bir cok yerinden genc erkekler akin etmeye baslamisti ve bunlarin cogu insaat bittikten sonra burada kalmaya devam ederler. 1900'e gelindiginde sehrin nufusu bine yaklasmisti.

    1900 ile 1940 yillari arasinda sehrin nufusu hizla artmaya devam etti ve ikinci dunya savasi oncesi 50 bini gecti. bu sehirde amerika'nin her yerinde uygulanan alkol yasagi hemen hemen hic uygulanmiyordu ve kumarhaneler 24 saat calisir vaziyetteydi. kuzey sehirlerindeki baskici yonetimden, yuksek vergilerden ve mafyalardan sikilan binlerce kisi miami ve civarina tasinmaya baslamisti. sehirde gokdelenler yukselmeye baslamisti ve sehre yapilan tren seferleri her zaman tikabasa dolu oluyordu. sehirde hayat pahaliligi giderek artiyordu ve sehre yeni tasinanlarin bir kismi eski geldikleri yere geri donmeye baslamisti. sehrin hizla buyumesini yavaslatan bir baska etken de zaman zaman sehri vuran firtinalardi. bu firtinalarda cogu zaman insanlar hayatlarini kaybediyor ve binlerce kisi evsiz kaliyordu.

    1950'lerde sehre cok sayida kubali akin etti. miami amerika'nin kuba'ya en yakin sehirlerinden biriydi ve kuba'dan abd'ye gelenlere siginma hakki taninmaya baslanmisti. bir cok kubali aile sehre tasinirken sehrin yerlileri de kuba'nin buraya saldiracagini dusunup yavas yavas kuzeydeki kentlere tasinmaya basladi. bir sure sonra kubalilar sehirdeki en buyuk etnik grup haline geldi. tahminlere gore 1960'larin sonunda miami'deki kubalilarin sayisi yarim milyona ulasmisti.

    bundan sonra 1980'lere kadar sehirde fazla bir hareketlenme olmadi. sehirde buyume ve nufus artisi yavas yavas kontrol altina alinmisti ve ekonomik buyume olarak miami bir cok sehrin gerisinde kalmisti. 1980'lerin basinda sehir yeniden degisime girdi. 1980 yilinin nisan ile kasim aylari arasinda 124 bin kubali gemilere ve teknelere atlayip topluca miami'ye geldi. artik 1960'larda her 10 kisiden 9'u beyaz olan sehirde her 10 kisiden biri ispanyol veya latin kokenliydi. bundan sonra haiti basta olmak uzere diger ada ulkelerinden de miami'ye goc basladi ve miami'nin cehresini degistirecek baska bir olay yasandi.

    miami o gune kadar "buyuk sehir" huviyetindeydi ama hala dunyaca unlu, turistlerin akin ettigi, amerika deyince akla gelen 3-4 sehirden biri olma huviyetini kazanmamisti. miami bu huviyetini de 1980'lerde kazanacakti. miami vice dizisi ve gta vice city'den hatirlanacagi uzre 1980'lerde miami icin cete savaslari ve uyusturucu kacakciligiyla anilir olmustu. sehirdeki aktif ceteler buraya uyusturucu kacirmanin ne kadar kolay oldugunu gormeye baslamisti. ornegin bahamalar veya civardaki adalara kolombiya veya meksika'dan getirilen uyusturucular hususi tekneler veya deniz motorlariyla sorgusuz sualsiz miami'ye getirilebiliyordu ve buradan da ulkenin her tarafina dagitilabiliyordu. burada baslayan uyusturucu ticareti kisa zamanda muthis kar getirdi ve 50-60 kisiden olusan basit sokak ceteleri bile kisa zamanda milyon dolarlarla tanisti.

    amerika devletinin bu olayi farketmesi yillar surdu ve uyusturucuya savas acildiginda artik cok gec olmustu. bir suru insan uyusturucu ticareti sayesinde dolar milyarderi olmustu ve sehirdeki ekonomik hacmin yarisindan cogu uyusturucu ticaretinden geliyordu. bir sure sonra miami ve civarindaki polis, fbi ile beraber calismaya baslayinca uyusturucu ticareti biraz olsun azalmaya gitti. uyusturucudan zengin olan baronlar bu isi sonsuza kadar yapamayacaklarini anladilar ve uyusturucudan gelen parayi baska islere yatirim yaparak aklamayi denediler. iste bu donemde miami'nin etrafi 5 yildizli oteller, hastahaneler, bankalar, gokdelenlerle dolmaya basladi. uyusturucudan gelen kara paranin aklanmasi icin sehirde muthis bir yatirim atilimi baslamisti ve sehirde topraklar inanilmaz degerlenmisti. iste bu donemde miami de dunyada bir turizm sehri olarak unlendi ve dunyanin cesitli ulkelerindeki zenginler buradan yazlik ev satin almaya basladi. kisa sure sonra sehirdeki 5 yildizli oteller tikabasa dolmaya basladi. soguktan kacan kanadalilar kis aylarini bu sehirde gecirmeye baslayinca uyusturucu kacakcilari uyusturucu isini iyice azaltip turizme ve diger sektorlere yoneldiler. sehir zenginligine zenginlik katti ve bugunku haline ulasti.

    sydney

    sydney bugun avustralya'nin nufus olarak en buyuk sehri ve bir cok insan bu sehri ulkenin baskenti saniyor. bu sehrin de her sehir gibi kendisine ozgun ilginc bir hikayesi var. sydney'de avrupalilar ulasmadan once bu bolgede binlerce yildir hakimiyet suren yerli aborjin kabileleri mevcuttu. sehirde aborjinler 10 bin yildan fazla zamandir yasiyordu ama burasi yerlesik hayata gecmis degildi. sehrin yerlesik hayata gecip bugunku halini almasi ingilizler'in burayi kesfetmesi sonucu gerceklesmistir.

    1770 yilinda ingiliz denizci james cook gemisiyle sydney aciklarina kadar gelmisti. denizden kiyilari bir hafta kadar gozetleyen ingilizler bir sure sonra bugunku sydney'in bulundugu bolgeye asker cikartmaya karar verdiler. bugunku sydney ve civarini inceleyen ingilizler daha sonra buranin yeni bir somurge olarak uygun olduguna karar verdiler ve burayi somurge yapmak icin ingiltere'den onay beklemeye basladilar.

    bundan 18 yil sonra ingilizler islerinden guclerinden vakit bulup 11 gemilik bir donanma olusturdular ve bu gemilerle binin uzerinde kisiyi sydney'e goturduler. ilginctir ki bu gemilerle avustralya'ya getirilen binin uzerinde kisinin yarisindan cogu (tam olarak 778 kisi) ingiltere'de suc isleyip agir hapis cezasi alan suclulardan olusuyordu. ingiltere icin avustralya kocaman bir acikhava hapishanesiydi ve bu somurge kurulduktan kisa bir sure sonra ingilizler agir ceza alan suclulari ulkelerinden mumkun oldugunca uzaga atabilmek icin avustralya'ya surgun ediyordu.

    bundan sonra ingilizler sydney'de bir liman kurdular ve avustralya'nin dogu yakasina gelen tum ingiliz gemileri bu limanda durup yuklerini buradan indirecekti. ingilizler bir yandan bolgedeki aborjinleri kendi tarafina cekmeye calisiyordu, bir yandan da agir suc isleyip bu adaya surgun edilmis mahkumlari bir sekilde "topluma yararli" hale getirmeye calisiyordu. en basta sehirde bir cok tarla kuruldu ve tarimla ugrasilmaya calisildi ama avustralya'nin kuru iklimi buna izin vermedi. avustralya'nin iklim ve bitki ortusu bir turlu cok sayida insani doyuracak cozumu saglamaya imkan vermiyordu. sonraki 4 yilda syndney limanina 4 binden fazla suclu surgun edildi ve ingilizler hala bu suclulari kullanarak burayi nasil yasanabilir hale getirebileceklerini kestirememisti.

    zaten ingiltere'den avustralya'ya kadar uzanan gemi seferi haftalarca suruyordu ve cogu mahkum avustralya topraklarina ayak bastiginda hastaliktan kirilmis oluyordu. saglikli mahkumlar da kisa sure sonra agir yasam sartlari yuzunden sagligini kaybediyordu. ingiliz donanmasi sydney'e surekli eleman tasiyordu ama sehirdeki mevcut nufusu bile beslemek zordu. bu yuzden ingilizler avustralya'ya giden donanmalarini ikiye bolduler ve gemilerin yarisi mahkum, yarisi yiyecek ve icecek tasimaya basladi.

    bundan sonra herkesin bir sehirde yasamasi yerine gelen mahkumlar kucuk gruplara bolundu ve etrafta kesifler sonucu bulunan nispeten verimli topraklara yollanmaya baslandi. yavas yavas sydney sehri kuculmeye gitmisti ve kendi basinin caresine bakabilecek nufusa erismisti.

    avrupa'dan gelen mahkumlar yanlarinda hastalik da getirmisti ve avustralya'da yasayan aborjinler bu hastaliklara karsi bagisiklik kazanmamisti. kisa sure icinde ingilizlerle ayni ortamda bulunan cok sayida aborjin hasta olup hayatini kaybetti. bununla birlikte bolgedeki sinirli miktardaki yiyecek aborjinlere zor yeterken simdi ingilizler de mutfaga ortak olmaya gelmisti. bir sure sonra ingilizlerle aborjinlerin beraber yasamalarina dair kanunlar ortaya cikti ve bu sorunlarin ustesinden gelindiyse de daha sonra avustralya'ya cikartma yapan fransizlar adaya yine aborjinlerin aliskan olmadigi hastaliklar getirince aborjinlerin sayisi giderek azalmaya basladi.

    1804'te avustralya'ya surgun edilmis 400 kadar irlandali mahkum isyan baslatti. phillip cunningham onderligindeki 250 kadar irlandali zorla calistirildiklari bir tarladan kacarak sydney limanina dogru yol aldilar. bu mahkumlarin amaci limandaki gemilerden birini ele gecirip ingiltere'ye geri donmekti. ingilizler bolgede "olaganustu hal" ilan ettiler ve 250 irlandali mahkuma 150 tanesi daha katilinca isyancilarin sayisi 400'u buldu. bolgedeki askerlerin sayisi 60 kadardi ama askerlerde o donemin son teknolojisine sahip silahlar vardi. gun boyunca suren catismalar sonucu isyancilar bir tepeye sikisip kalinca askerler 15 kadar isyanciyi oldurdu. daha sonra isyancilar beyaz bayrak cektiler ve isyanin elebasi olarak belirlenen 9 kisi idam edildi. boylece bu isyan son buldu.

    bundan 4 yil sonra ingiliz askerleri arasinda cikan bir karmasa sonucu bir isyan daha cikti ve askerlerin bir kismi darbe yaparak bolgedeki ingiliz valisi william bligh'i devirmeyi basardi. bu tarihte ilk ve son kez avustralya'da mevcut yonetimin darbe yoluyla degistirilmesi anlamina geliyordu. bolge 2 yil boyunca askeri yonetim altinda kalirken 1810'da bolgeye yeni bir vali gonderen ingiltere (lachlan macquarie) sydney'in mahkumlar icin bir surgun yeri olmaktan cok normal bir sehir olarak gorulmesi icin calismalara basladi.

    bundan sonra sehirde normal ingiliz sehirlerinde olan banka, tiyatro, hastahane, kilise gibi kurumlar insa edildi. sehirdeki mahkumlarin bircogu icin de af cikartildi ve normal yasama donup normal meslek sahibi olmalari saglandi. 1800'lerin ortasinda sydney ve civarinda madencilik gelisme gostermeye basladi. altin basta olmak uzere bir cok degerli metalin cikartilmasi ve islenmesi icin yeni bir endustri olusturuldu. yukardaki diger sehirlerde oldugu gibi sydney'de de demiryollari kuruldu ve sehrin gelisiminde buyuk rol oynadi. sonraki yillarda sehrin nufusu 200 bine yaklasacakti.

    daha sonra avustralya federal devlet haline gelince sira baskenti secmeye gelmisti. o sirada avustralya'nin en gozde sehirleri sydney ve melborune idi. herkes bu iki sehirden birinin baskent secilecegini dusunurken baskent olaran canberra sehri daha uygun goruldu.

    avustralya 1. dunya savasina ingiltere'nin yaninda girince onbinlerce avustralyali hayatini kaybetti. 1930'larin basinda sydney'deki meshur harbour koprusu tamamlandi. bu koprunun yapimi 8 yil surmustu ve koprunun yapiminda 1500'e yakin isci calismisti. bundan sonra tum dunyayi kasip kavuran buyuk depresyon sydney kentini de vuracakti ve sehirdeki ekonomik aktivite neredeyse bitme noktasina gelecekti.

    ikinci dunya savasindan sonra refah seviyesi iyice yukselen sydney sehri disardan goc almaya basladi. ozellikle avustralya devletinin goc cekmeye yonelik politikalari sayesinde dunyanin bir cok ulkesinden kalifiye insanlar avustralya'ya goc etmeye basladi. bununla beraber ulkedeki maden yataklari da islenmeye devam etti ve gelisen teknolojiyle beraber madenlerin islenmesi ve disari tasinmasi da kolaylasti. boylece sydney dunyadaki en onemli sehirlerden biri haline geldi.

    amsterdam

    http://goo.gl/ctac7g

    amsterdam sehri kuruldugu siralarda ortada bir hollanda devleti yoktu. hollandalilar cesitli derebeyliklere bolunmustu ve cok sayida toprak agasi cok kucuk bir toprak parcasi icin surekli kendi aralarinda mucadele halindeydi. o donemde bir toprak agasinin ne kadar guclu ve nufuz sahibi olacagi elde edebilecegi verimli toprak miktarina gore degisiyordu. bununla birlikte hollandalilar'in cogu utrecht devletine bagliydi ve hepsi ayni dinin mensubu oldugu icin onlari birbirine baglayan bazi baglar mevcuttu.

    1200'lu yillarda bir grup hollandali balikci el kremlerini alip yola cikmisti. bu balikcilar bugunku hollanda'nin kuzey topraklarina ulastiklarinda bugunku amsterdam'da durdular. bu bolgenin ne kadar sulak oldugunu gorup bolgede hem tarim hem balikcilikla ugrasabilecegini anlayan bolge insani burada buyukce bir kopru ve buyukce bir baraj insa edip yerlesim yeri kurmaya karar verdiler.

    balikcilar amstel nehrinden kayiklarla gelip bugunku amsterdam'a yerlestiklerinde isler hic de sandiklari kadar kolay gitmeyecekti. en basta kurulan baraj basarisiz olunca sehri su basti. daha sonra sehirde ahsap disinda bina yapacak fazla malzeme olmadigi icin cogu bina ahsaptan yapilacakti ve bunlar da su baskinlariyla asinacakti. birkac deneme sonunda sehrin su basmasini engelleyecek baraj duzenegini kullanan hollandalilar bu kez de baltik denizinden gelip avrupa'nin geri kalan kisminda amstel nehri uzerinden ulasan ticaret mallarini vergiye baglayip para kazanmanin yolunu kesfettiler. ozellikle iskandinavlar'dan ve bugunku estonya civarindan gelen bira ve diger iceceklerden epeyce vergi geliri elde ediliyordu. aslinda bu vergiye baglama isi cok onemlidir. normalde bazi hollandali toprak sahipleri utrecht'den bagimsizlini ilan etmek ve ayri devlet kurmak istiyordu. bu donemde bunu yapmak savas sebebiydi ve bircok insan hayatini kaybedebilirdi. bunun yerine bolgeden gecen ticaret yuklerinden vergi almak sembolik olarak bagimsizligi ilan etmek ve tam bagimsizlik olmasa bile yerel bagimsizlik elde etmek demekti. utrecht devleti vergi isine sesini cikartmayinca amsterdam'daki insanlar en azindan kismi bagimsizlik kazandiklarini anlamislardi.

    daha sonra balikcilik, ciftcilik ve vergi toplama isi de kesmeyince kafasi ticarete yatkin olan hollandalilar bu kez yeni bir endustriye atilma karari aldilar. amsterdam'da o zamanin en buyuk gemi tersaneleri acildi ve civardaki ormanlardan kesilen agaclarla en kaliteli ahsap gemiler burada yapilmaya baslandi. amsterdam'daki hollandalilar hem gemileri satiyordu hem de gemilerin bazilarini kullanarak denizasiri ticaret yapiyordu.

    hollandalilar deniz ticaretini iki sekilde yapiyordu. oncelikle kuzey avrupa'dan gelen mallar amsterdam ve cevresindeki kanal ve nehirler kullanilarak avrupa'nin diger bolgelerine tasiniyordu. burada daha cok ufak gemi ve tekneler kullaniliyordu. buyuk gemilerle yapilan ticarette ise avrupa disina ticaret yapiliyordu. tabi buna sonradan afrika'dan amerika'ya yapilan kole ticaretleri de katildi.

    amsterdam'i kuran balikcilar hem el yetenegi hem ticari zeka olarak donemin fersah fersah ilerisindeydi. baraj kurarken baslarina gelen musibetlerden ders alan balikcilar zamanla isi buyutup gemi yapimina baslamisti ve artik avrupali ulkelerin ve tuccarlarin donanmalari amsterdam'da yapiliyordu. kisa surede zenginlesen hollandalilar amsterdam sehrinin hizla gelismesinde buyuk rol oynadilar.

    1400'lu yillarda ispanyollar hem kendi topraklarinda hem de civardaki yahudileri oldurmeye veya hapsetmeye baslayinca kuzeye kacan yahudiler'e hollandalilar kucak actilar. varlikli yahudiler'in zaten o zamana kadar duse kalka ticaret ogrenen hollandalilarla birlesmesi ortaya avrupa'nin en zengin ulkelerinden birini cikartti.

    1602'de amsterdam'da kurulan "amsterdam-dogu hindistan sirketi" dunyadaki ilk uluslararasi sirket olma ozelligini tasiyor. bugun hollanda'da kurulan ve herkesin bildigi philips, shell, ing group gibi bir cok sirketin gelisiminde 1600'lerde baslayan uluslarasi ticaret atiliminin buyuk payi var. amsterdam giderek zenginlesiyor, zenginlestikce disardan goc aliyordu. boylece dunyanin en onemli sanatcilari ve isadamlari buraya akin ediyordu. bundan sonra sehirde kurulacak yeni binalarda sanat ve goze hos gelme on plandaydi ve sehrin cehresi degismeye baslamisti.

    1800'lerde amsterdam ekonomisi ivme kaybetmeye baslayinca ulkede ekonomik kriz basgosterdi. daha sonra kurulan kuzey denizi kanali sayesinde amsterdam sehri direk denize baglanmis oldu ve sehir halki icin deniz ticareti yeniden alevlendi.

    birinci ve ikinci dunya savaslarinda amsterdam sehri az zarar gordu ama avrupa'nin tum kaynalari askerleri beslemek icin harcaninca sehirde aclik sorunu yasandi. cok sayida amsterdamli acliktan hayatini kaybetti. ikinci dunya savasi sonrasi yeniden ivme kazanan amsterdam, dunyanin en zengin ve onemli sehirlerinden biri haline geldi. ikinci dunya savasi sonrasi yasanan kulturel degismeler amsterdam'i avrupa'nin en liberal ve acikgoruslu sehirlerinden biri haline getirdi.

    los angeles

    yukarda bahsedilen bir cok sehrin hikayesinde ortak bir unsur var. bugun dunya'nin en onemli sehirleri haline gelen bir cok sehir ilk kuruldugunda hic ilgi gormemis, ufak bir koy muamelesi gormus ve kimse oraya tasinmak istememis. sehrin kiymeti anlasilinca da herkes oraya tasinmak istemis. iste los angeles da bundan muzdarip olan bir sehir.

    henuz yerlesik hayata gecmemis ve gocmen olarak yasayan kizilderili kabileleri saymazsak, avrupalilar'in los angeles'i bulmasi 1542'ye rastlar. bu sirada bugunku los angeles kiyilarina gelen ispanyol denizciler ya hic gemilerinden inmemistir, ya da kisa sure inip etrafi dolasip gemilerine geri donmustur. zaten bu gemicilerin amaci asya kitasinda kesfedilecek yeni yerler bulmakti ve amerika'nin bati yakasinda aradiklarini bulamamislardi. 1600'lerin basinda bir baska ispanyol gemisinin buraya gelip kisa bir sure takildigi soylenir ama bundan sonra uzunca bir sure hicbir avrupali buraya ugramaz.

    los angeles'in kurucusu olarak cogu kaynakta felipe de neve ismi gecer. amerika'nin bati yakasina inen ispanyol askerler dogu yakasina inen avrupalilardan biraz daha farklidir. dogu yakasinda kizilderili katliami, afrika'dan getirilen zencilerin kole olarak kullanilmasi gibi bir cok skandal yasansa da dogu yakasi daha sessiz ve sakin olaylara gebeydi. ispanyollar california sahillerine geldiklerinde yanlarinda getirdikleri asker kadar din adami ve sehircilik uzmani da getirmislerdi. burada amac fazla kan dokmeden mevcut halki katoliklestirmek ve onlari yerlesik hayata ve sehircilige alistirmakti.

    california'nin en guneyindeki san diego'dan baslayarak kuzeye uzanan yolda (o zamanki ve bugunku ismiyle el camino real) 9 tane kilise kurulur. bu kiliselerin ismi bugunku sehir isimleriyle aynidir (ornegin san francisco kilisesinin etrafina san francisco sehri, san diego kilisesinin etrafina san diego sehri, san jose kilisesinin etrafina san jose sehrinin kurulmasi gibi). kiliselerin her birinin etrafinda sehirler kurulur ve kiliseler bu sehirlerin hem dini, hem kulturel hem de ekonomik yonden merkezi konumundadir. bu kiliselerin basindaki kisi de modern california'nin kurucusu sayilan junipero serra adinda bir papazdir. san francisco dahil olmak uzere bir cok sehirde kendisinin ismi buyuk cadde ve bulvarlara verilmistir.

    1700'lerin sonunda kurulan los angeles sehrinde yarisi yetiskin yarisi cocuk olmak uzere 44 yerlesimci vardi. bu sehri kurmasi icin toplanan 44 yerlesimcinin bir kismi ispanyol bir kizmi kizilderiliydi ve bunlari toplamak cevre sehirlerde aylarca suren arama calismalari sonucu mumkun olmustu. bu ailelerden bazilari direk meksika'dan getirilmisti ve kendilerine islemeleri icin toprak ve yasamalari icin ev verilmisti. sehrin ilk yillarinda sehrin gelismesine faydasi olmayan ve yeterince caba gostermeyen birkac kisi sehirden kovulmustu. daha sonra yeni kurulan sehrin haberini alan bazi insanlar bolgeye akin edince buradaki devlet kurumlari genislemeye gitti.

    1800 yilinda los angeles 29 haneli bir koy haline gelmisti ve sehrin nufusunun yarisi askerlerden ve yolculardan olusuyordu. din adamlari da nufusun onemli bir kismini olusturuyordu. buraya tasinan ve ciftcilik yapmayi kabul eden herkese 2'si sulu 2'si kuru olmak uzere 4 tarla veriliyordu ve bu tarlalarda uretilen yiyeceklerle sehir kendi kendini besliyordu. 1820'lerde sehir disariya hic bagimli olmadan tamamen kendini besleyebilecek hale gelmisti.

    o donemde los angeles bir kismi col, bir kismi ormanlik olan, tepelerle dolu, onlarca km uzanan plajlari olan tropik bir cografyaya sahipti. sehrin hemen disinda vahsi yasam tum hiziyla devam ediyordu ve ayilardan kurtlara bir cok hayvan sehre cok yakin yasiyordu. sehri besleyen nehirler temizdi ve icilebilecek su sagliyordu. ayrica bu nehirlerde balikcilik yapmak da mumkundu. los angeles'in ilk yillarinda oldukca hos ve cesitli bir ekosistem mevcuttu.

    koylulerin ilk projelerinden biri sehirdeki en buyuk nehirlerin etrafina kanallar kazarak bu nehirlerdeki suyu tarlalarin oldugu yere akitmak oldu. nehir yataklarindan hem icme suyu hem de tarimcilikda kullanilacak olan su cikartilacakti. bu donemde bugunku los angeles'ta buyukbas hayvancilik ile uzum (ve sarap) uretimi hiz kazandi ve en onemli gecim kaynaklari arasinda yer aldi. bu sirada sehirde yasayip calisacak yeterince beyaz insan olmadigi icin para karsiligi kizilderili isciler tutuldu. bu iscilere bazen para, bazen yiyecek/giyecek bazen de alkol ile odeme yapiliyordu ve bu donemde bir cok kizilderili hayatinda ilk kez tanistigi alkole karsi bagimlilik kazandi.

    kizilderililere karsi dogu yakasindaki gibi bir katliam olmamisti ama bu bazi haksizliklar olmadigi anlamina gelmiyor. ornegin sehirdeki en degerli araziler ve tarlalar beyazlara taksim edilmisti ve kizilderililer toprak sahibi olmak yerine beyazlarin sahip oldugu topraklarda ucret karsiligi calismaya mahkumdu. her ne kadar kizilderililer zenciler gibi kolelik yapmiyor olsa da kendi topraklarina sahip olmalari cok zor hale getirilmisti ve beyazlardan arta kalan topraklarin kalitesi ve verimliligi dusuktu. bu yuzden 1700'lerin son ceyreginde los angeles ve civarinda bazi kizilderili isyanlari cikti.

    bir sure sonra toprak sahipleri kizilderililerin calisma sartlarini zorlastirdi ve bu calisma sartlari kolelik duzenine benzemeye basladi. bir cok kizilderili agir calisma sartlari yuzunden hayatini kaybediyordu ve bazilari da bu tarlalarda calismayi birakmaya baslamisti. toprak sahiplerinin bu durumda iki secenegi kaliyordu, ya disardan avrupalilari getirip calistiracaklardi, ya da kizilderilileri geri kazanacaklardi. disardan avrupalilar'i buraya getirmek zor ve masrafliydi ve avrupalilar kizilderililer gibi zor sartlar altinda calismayi kabul etmeyecekti. bu yuzden kizilderililerin yeniden gonlunu kazanmak sartti. bundan sonra tarladaki iscilerin haklarinda bazi iyilestirmeler ve reformlar yapildi ve calisma sartlari biraz olsun duzeltildi.

    toprak sahipleri aslinda kizilderililerin cok agir sartlarda hemen hemen hic sikayet etmeden calismasindan memnundu. kizilderililerin emegi olmadan sehrin cekilip cevrilmesi mumkun olmayacakti. bu sirada ispanyollar ile kizilderililer arasinda bazi yakinlasmalar ve evlilikler gerceklesti. bu donemde sehre ve civarina baska kiliseler de yapildi ve kizilderililer icinde hiristiyanliga (daha dogrusu katoliklige) gecip asimile olanlar pagan gelenegini devam ettiren kizilderililere gore daha ustun olarak kabul edildi. hiristiyan olan ve ispanyollarla evlilik yapan kizilderililer toprak sahibi olabiliyorken kendi inanclarini devam ettirenler iscilige mahkumdu. 1820'de sehrin nufusu 650'ye ulasti ve bunlarin cogunlugu kizilderililerden olusuyordu.

    1821 yilinda ispanya'dan bagimsizligini ilan eden meksika california'nin tamamina hakim olacakti ve los angeles'taki insanlar artik ispanyol kralligina degil meksika devletine bagli olacakti. meksika hukumeti kizilderililere daha cok haklar verecekti ve onlarin asimile olmasi konusunda kolayliklar saglayacakti. bu yuzden cevre illerden gelen kizilderililer sayesinde sehrin nufusu 20 yilda uce katlanacakti. los angeles bu donemde sadece nufus degil ayni zamanda refah olarak da yukselme donemindeydi ama burasi hala bir tarim ve hayvancilik sehri olarak corum veya yozgat ayarindaydi.

    1830'larda yavas yavas misyonerler ve dini kurumlarin sehir uzerindeki etkisi azalmaya basladi. eskiden kiliselere ait olan verimli ve genis topraklar artik tum yatirimcilara acilmisti. ayrica hiristiyanligi kabul eden kizilderililerle etmeyenler arasindaki statu farki da ortadan kalkmaya baslamisti. meksika devleti insanlarin projelerini dinleyip gelecek vaadeden projelere bedava toprak vermeye baslayinca sehrin gelisimi daha da hizlandi. 1835'te meksika los angeles'i california eyaletinin baskenti tayin etti ve sehrin onemi artti. bundan sonra sehrin verimli ve ucuz topraklarini haber alan avrupali zengin isadamlari gemiye atlayip buraya geldiler ve ucuz topraklardan bolca satin aldilar. bugun bile california ekonomisinin onemli yapitaslarindan olan uzum ve sarap uretimi bu gunlerde hiz kazandi ve bir cok yatirimci bu yolla zengin oldu veya zenginligine zenginlik katti.

    1846-1848 yillari arasinda abd ile meksika arasinda yasanan savasta meksika ordusu elindeki askerlerin cogunu guney sehirlerini savunmak icin ayirinca california eyaleti savunmasiz kaldi. bolgeyi askerlere karsi savunan yerel halk basarili bir direnis gosterse de er ya da daha guclu olan gec amerikan ordusunun galip gelecegi belliydi. savasin sonunda los angeles dahil bir cok sehir abd'nin eline gecti. bundan sonra los angeles yeni bir donemin icine girecekti.

    amerikanlar sehre askeri vali atayip sehrin cadde ve sokak isimlerini ispanyolcadan ingilizce'ye cevirdiler ve sehrin krokisini cizip sahibi olmayan topraklari belirleyip satisa cikarttilar. sehre ispanyollar ve meksikalilar hakimken sehrin merkezinde zenginler, dis kisminda dusuk gelirliler yasiyordu ve sehir amerikalilar'in eline gecince bunun tam tersi yapildi ve zenginler sehrin dis kisimlarina tasindi. ayrica sehre cesitli avrupa ulkeleri ve cin'den cok sayida gocmen akin etmeye basladi.

    daha sonra sehrin yakinlarinda altin bulununca bolgede bir suru altin madeni olustu ve amerika'nin her yanindan insanlar california'ya "altina hucum" adi altinda tasinmaya basladi. los angeles hala gecimini hayvancilikla ve tarimla geciren bir sehirdi ve altina hucum yillarinda sehrin gorevi altin madencilerinin karnini doyuracak yiyecekleri saglamakti. amerikanlar burayi ele gecirdikten sonra askerleri sehirden cikartmislardi ama henuz polis sistemi kurmamislardi. bu yuzden california civarindaki tum suclular los angeles'i siginilacak bir liman olarak goruyordu ve sehirde suc oranlari diger yerlere gore cok daha yuksekti. 1850 ve 1860'li yillarda los angeles'ta kisi basina dusen cinayet orani new york city'nin 10 katina ulasmisti ve sehirdeki suclar kontrolden cikmaya baslamisti.

    sehre meksikalilar akin etmeye baslayinca ucuz is gucu saglama sirasi kizilderilerden meksikalilara gecmisti. simdi bu iki etnik grup arasinda is hayatinda muthis bir cekisme vardi. disardan getirilen hastaliklara aliskin olmayan ve bircogu yeni yeni alkolizmle tanisan kizilderililer sehri terk etmeye baslayinca los angeles'in nufusu 1880'lerde 15 bine kadar dusmustu. halbuki sehrin nufusu 30 sene once en sasali gunlerinde 70 bini gecmis durumdaydi. zaten o donemdeki california yerel kanunlarina gore kizilderililerin vatandaslik hakki yoktu ve bu yuzden kendileri insan statusunde bile degildi. herhangi bir beyazin bir kizilderiliyi oldurmesi durumunda kizilderilinin ailesinin sikayet etme hakki bile yoktu. bu yuzden beyazlar sehirde sevmedikleri veya mallarina el koymak istedikleri kizilderili vatandaslari hayvan avlar gibi avlamaya baslamisti.

    bu donemde california'ya ayak basan cinliler demiryolu insaatinda ve altin madenlerinde calistirildilar. bu isciler kagit uzerinde kole olmasa da calisma sartlari kolelerden farksizdi ve bircoklari ya agir calisma sartlarindan dolayi ya da patronlarinin keyfi karariyla hayatindan olacakti. beyazlar ve latinler yeni gelen cinlilerin sehirdeki maaslari dusurup kendi degerlerini azalttigi icin sikayet ediyordu.

    tren yolu tamamlanip 1800'lerin son yillarinda los angeles civarinda petrol de bulununca sehir yeniden hizla buyumeye basladi. 1900'lu yillarin basinda los angeles'in nufusu 100 bini bulmustu. 1920'lere gelindiginde los angeles ve cevresi dunya'daki petrol uretiminin dorte birini karsiliyordu.

    sehir buyudukce etraftaki ormanlik alan yavas yavas kaybolmaya, nehirler ve hava kirlenmeye, her taraf binalarla dolmaya baslamisti. los angeles'in hem nufus hem de yuzolcumu buyumeye baslamisti ve sehrin kapladigi alan giderek buyuyordu. eskiden sehrin dis mahalleleri olarak gorulen bolgeler simdi sehrin merkezine denk geliyordu ve dis mahalleler giderek uzaklasiyordu. daha sonra sehirde ortaya cikan film endustrisi ve diger endustrilerle beraber sehrin buyumesi hizlanarak devam etti ve sehir bugunku halini aldi. 1930'da 1 milyon nufusu gecen sehir 1990'da 3 milyonu geride birakti. gunumuzde sehrin nufusu 4 milyona, metropol alanin nufusu 13 milyona dayanmis durumda.

    ayrica: (bkz: los angeles cete savaslari)

  • 19 gen 4 modeline sahip olduğum silah markası. polimer teknolojisinin nerelere geldiğinin ispatıdır. glock kendi silahlarını safe action pistols(güvenli çalışan tabancalar) olarak tanımlamıştır. ancak bu silahların türkiye'de 6136 sayılı ateşli ve ateşsiz silahlar kanunu ve eğitimsizlik yüzünden, zorunlu muhattabı olan asker ve polisimiz tarafından güvensiz, emniyetsiz tabanca olarak görülmektedir. 90lı yıllarda türk silahlı kuvvetlerine avusturyadan ihaleye geldiklerinde bizimkiler "bu ne biçim tabanca yahu emniyeti neyin yok evde çoluğumuz var çocuğumuz var" dediklerinde avusturyalılar tokat gibi cevabı yapıştırmıştır: "biz bu silahı siz evde bırakın diye üretmiyoruz"

    türkiyede bu silah hakkında bir şehir efsanesi vardır ki sormayın. kardeşim bu silah xray den falan görünmeden geçmez, akıllı olun. glock sürgüsünün üzerindeki tennifer kaplamayı kazıdığınızda çeliği görürsünüz. gövde polimer olduğu için şarjör ve şarjör yayı ve gövde üzerindeki mekanik aksam xrayde armut gibi görünecektir.

    dünyadaki kolluk güçlerinin %65 i bu silahı birincil uzun namlulu silahın yanında ikincil görev silahı olarak kullanmaktadır. ülkemize uyarladığımızda beylik tabancası olarak kullanmaktadır diyebiliriz. bu silahtan yola çıkılıp birçok silah üretilmesine rağmen fayda/fiyat oranıyla çeşitli modelleriyle glock hala amerika piyasasında en çok satılan silah konumundadır.

    silahın sağlamlığı ve güvenilirliği konusunda youtube da glock torture test diye bir arama yaparsanız karşınıza gelen videolardan kafanızdaki soruları silebilirsiniz.

    çoğu kişi bunu dile getirmez ancak kılıfsız taşımada da glock mkeknin ithal ettiği tabancalar arasında açık ara öndedir. biz türk silahseverler olarak glock a karatavuk deriz.

    son olarak satın alırken fiyatları konusunda mkeksitesinden güncel fiyatlarında bakıp burada yazan fiyatlara uygun olarak alınması, 9-10 bin liralar isteyen fırsatçı kaptırmatörlere dubellenilmemesi sizin hayrınıza olacaktır

  • nasa kadar olmasa da, hazır yapılmışı var (bkz: tübitak)

    yandaş bir badem bıyıklı (isterse hayvanat bahçesi müdürü olsun fark etmez) kurumun başına atanır.

    temizlik görevlisinden bilim insanına, hepsi ne kadar yalaka takımı varsa onlarla doldurulur.

    maaşlar şişirilir. özel banyolu ofisler yapılır, sonra eldeki mevcut binalar beğenilmez, yenileri yapılır.

    yeni binalar bilimum osmanlı bayraklarıyla, lüksle, şatafatla doldurulur. kurumun bütçesi şişirildikçe şişirilir.

    ama netice itibarıyla herhangi işe yarar bir şey üretilmez. onun yerine ayda duyulan ezan sesiyle ilgili araştırmalara kaynak ayırılır falan...

    düşündükçe içim şişti yemin ediyorum.

  • adam amerikada yaşıyorum sizin kadar önemsemiyorum diyor amerikada yaşadığın için olabilir mi aptal herif.

  • (bkz: kuru kalabalık)
    dünya'nın en boş insanlarının yaşadığı ülkedir. fakir fukara çilekeş ülkelerin vatandaşları bile böyle boş beleş değildir. adamların hayatta kalmak için bir şeyler öğrenmesi ve onu çok iyi uygulaması gerekir zira. türkiye'de durum böyle değil. türkiye'de milyonlarca insan var üreten kesimin üstünden geçinen.

    90'larda bir söylem vardı. devlet bize baksın diye. o söylem gerçek oldu şu an. devletin baktığı milyonlar var. devletin ne olduğunu anlamakla ilgili bir gerizekalılık mevcut türkiye'de. devlet demek sen ben demek. şu an milyonlarca insan boş boş ortalıkta dolanıyor ve sen ben çalışıp onlara bakıyoruz. durum bu. ama bu duruma uyanmış kimseyi göremiyoruz.

    kimisi öğrenci olduğu için sağdan soldan sosyal yardımla(senden benden) geçiniyor. kimisi direkt akp'li olduğu için çeşitli vakıflardan(senin benim paramla finanse edilen) geçiniyor. kimisi 45 yaşında emekli olmuş senden benden geçiniyor. kimisi kapağı devlete belediyeye vs atmış gizli işsiz ve senden benden geçiniyor. kimisi harbi işsiz anasından babasından karısından kocasından abisinden ablasından geçiniyor.

    ya şu kodumun yerinde bu kadar insansınız. kaçınız bir şey üretiyor?

    söyleyeyim.
    türkiye'de çocuklar hariç her 2 kişiden birisi çalışmıyor. ya ev hanımı, ya emekli, ya işsiz, ya öğrenci, ya engelli ya da birşey birşey ama çalışmıyor. yani kuru kalabalık. %46 istihdam oranı yani çalışmayan çalışandan fazla. ki bu tuik raporu, güvenmeyin fazla. bunun içinde tonla polis, asker, atm memuru, torpilli atm belediye çalışanı, danışman zart zurt var.

    bu çalışanların kaçı bir şey üretiyor gerçekten?
    sanayide yaklaşık 6 milyon insan, tarımda yaklaşık 6 milyon insan çalışıyormuş türkiye'de. 12 milyon etmiyor toplamda ama hadi 12 milyon diyelim. türkiye'de bir şeyler yapan üreten insan sayısı bu. bunun da içinde bu sektörlerin satış pazarlama, reklam, yönetim zart zurtu mevcut. buğday üreten, un üreten, undan ekmek üreten, araba parçası üreten, plastik üreten insanlardan bahsediyorum. bunlar olmasa hepimiz acımızdan gebeririz.

    ben anlamıyorum bu kadar insan hizmet sektöründe çalışıyor. kime ve neye hizmet ediyorsunuz abi siz? bommmboş insanlara hizmet ediyorsunuz. hayır size sormuyorum. bu durumu yaratanlara soruyorum aslında.

    sonra da soruyorsunuz türkiye'de neden alım gücü düşük diye. ki bunu da soramıyorsunuz aslında. her şey pahalandı diyorsunuz.

    türkiye'de bir şey üreten yokki. türkiye koca bir saadet zinciri. herkes birbirini kazıklıyor.

    ülke çapında değil de ufak çapta düşünün. eviniz var. bu eve birileri yemek, su, elektrik, internet ve eşya sokmak zorunda. evde 8 kişi yaşıyor. bu evde yaşayan 8 kişiye karşın sadece bir kişi çalışıp para getiriyor. getirdiği parayla da tüm ihtiyaçlarını karşılıyor. türkiye bu işte. 8 kişiden 5'i hiçbirşey yapmıyor biri çocuk dördü işsiz bunların. kalan 2 kişi de evde size ve ev ahalisine hizmet ediyor. o dışarda çalışıp para getiren de evde öyle huzurlu falan değil ha. herkes etini kopartıyor akbaba gibi zavallının üstünden.

    böyle ev mi geçindirilir?

  • istanbul teknik üniversitesi'nden yeni mezun olmuş bir mimarın başına gelmiş olan hadise.

    görsel

    link

    --- spoiler ---

    1750 tl. karın tokluğuna mimarlık? cuma günü metin barut architecture (mb mimarlık) tarafından iş görüşmesine çağırıldım. nispeten olumlu geçen görüşme sonunda 1750 tl maaş teklif edildi. başımdan kaynar sular döküldü, ben bu teklifi alan kişi olarak utandım ancak firmalar ve patronlar bu koşullarda insan çalıştırmaya utanmıyorlar. çok yeni mezun var, çok az iş var ancak mimarlar odası'nın belirlediği asgari ücreti geçtim devletin belirlediği asgari ücreti bile vermeyen, deneme süresinde sigorta yapmayan bu mimari ofislerin olduğu ve hiç çekinmeden böyle teklifler yapabildikleri bir atmosferde nasıl iş öğreneceğiz, nasıl karnımızı doyuracağız, mesleğimizi nasıl sürdüreceğiz? her gün her platformda mimarlık ve tasarım tartışan star mimarlar, hocalarım, patronlar, yöneticiler, mimar odaları neden %80'imizin içinde olduğu çalışma şartlarını da tartışmıyorlar? mimarlara asgari ücret bile layık görülmeyen bir ortamda neyin mimarlığını anlatıyorsunuz bize? biraz sesini çıkaracak gibi olanlar da olaylara münferitmiş gibi yaklaşarak ve öğrencilerin kalitesizliğinden şikayet ederek problemin ölçeğini hafife alıyor. tekrar soruyorum; mimarlara asgari ücret bile layık görülmeyen bir ortamda neyin mimarlığını anlatıyorsunuz bize?
    --- spoiler ---

  • sonunda, faturasını kesen esnafı ayrı tutarak söylüyorum, vergiden kaçmak için türlü dansözlükler yapıp zarar gösteren esnaf gerekirse batacak ama o borcu ödeyecek.
    lafa gelince memura maaşını vergilerimizle ödüyoruz demeyi, ahkam kesmeyi biliyorlar.